Youtube Video

Bileği Bükülmez Yiğit Hattapoğlu Ömer

Bileği Bükülmez Yiğit Hattapoğlu Ömer

Tarih:2013-08-23 / Hit:4806

Ukaz, ne sıradan panayırdır, ne de öylesine bir festival. Koca Arabistan’ın kültür şenliğidir sanki, belki de kongresi. Silahşörler, süvariler hep bugünü bekler, edipler, şairler marifetlerini sergilerler. Her dalın ünlü isimleri vardır ve şampiyonlar üç aşağı beş yukarı bellidirler. Kuytu vahalarda ömür tüketen bedeviler koca yılı burada gördüklerini anlatarak geçirirler. Elbette azıcık ballandırır, birine bin eklerler.

O gün ortalık kıpır kıpırdır, Mekke insan kaynar. Her kabilenin kendine has bir kıyafeti vardır, allar, morlar birbirini kovalar. Davullar, ziller, naralar, kovanlaşan uğultular... Bir ara parmaklar dudaklara gider, ortalıkta keskin bir “Şışşşt” sesi çınlar, bu “şiir okunuyor” demektir ki kalabalık donar. Ayaklarının ucuna basarak Kâbe’ye akarlar. Şair noktayı koyduğunda bir alkıştır kopar. Sonra bir başkası çıkar... Ve yarış başlar.

O sene onca namlı ismin arasından umulmadık biri sivrilir. Kelimelerle raks eden gür sesli genç öyle mânâlı beyitler söyler ki değme sanatkarlar kenara çekilir. Mısraları beliğdir, fasihtir, hem Arabların üstüne titredikleri neseb ilmini iyi bilir. Koca koca ozanlar başlarını öne eğer, “hatip böyle olur” derler, “hitabet buna denir!”

Malum Kureyş’in at sevgisi muhabbet hudutlarını aşmış, dayanmıştır aşka. Eh böylesi bir panayır, yarışsız olamaz asla. İsimleri, lâkapları hatta şecereleri olan soylu atlar sanki günün farkındadırlar. Huysuz huysuz eşindiklerine bakılırsa en az süvarileri kadar heyecanlıdırlar.

Her dalın birincisi

Uçuşan yeleler, kıvılcımlı nallar, çığlıklar, toz, duman... Yarışı kazanan genç keyfiyesini sıyırdığında kalabalıktan bir hayret nidası kopar. Bu, hitabet yarışmasında ediplere kök söktüren yiğit değil midir?

Ve sıra gelir dayanır güreşe. Her kabilenin namlı mimli pehlivanları vardır. Âdet üzere müsabaka öncesi gösteri yapar, rakiplerini ürkütmeye çalışırlar. Kafasıyla kaya kıranlar mı ararsınız, avuç avuç kor yutanları mı? Deve taşıyanlar, zincir koparanlar, sini yırtanlar...

Bir ara genç şairin ağır ağır meydana girdiği görülür ki uzunca boyuna, geniş omuzlarına bakılırsa boş değildir. Yaşlılar “Evet, o iyi bir hatip ve fevkalade binici” derler, “iki elle kılıç kullandığını ve mükemmel bir silahşör olduğunu da biliyoruz ama güreş işi onu aşar. Şimdi kafasını koparıp eline tutuşturacaklar.”

O gün güreşleri seyredemeyenler çok şey kaçırırlar. Şairimiz dağ cüsseli pehlivanlar karşısında zorlanmaz. Bu insan azmanlarını kaldırıp kaldırıp yere vurur ve yine kürsüye çıkar.

Ertesi sene de benzer şeyler olur. Sonrakinde yine... Ve gün gelir Ukaz’ın tadı kaçar. Eğer o varsa, kimse meydana çıkmaz. Mekkeliler “hatip o!” derler, “süvari o, pehlivan o, muharip o!” Peki kimdir o? Ömer’dir!.. Ama onu buralarda “Hattaboğlu” diye tanırlar.

Kim Muhammed’i öldürürse!

Kureyşli müşrikler Hazret-i Hamza’nın Müslüman olması ile korkunç bir panik yaşarlar. Dar-ül Nedve’de bir araya gelir, bu gidişe “dur” demenin çarelerini ararlar. Ebu Cehil, misli görülmemiş bir telaş ile “Kim Muhammed’i öldürürse 100 kızıl tüylü deve!” der ve ekler “ayrıca 40 bin dirhem gümüş!” Ebû Cehil her ne kadar ortaya konuşuyorsa da muhatabı Hattapoğlu Ömer’dir. Hoş, buna cesaret edebilecek başka biri yoktur zaten. Müşrikler anlaşmış gibi Ömer’in sırtını sıvazlar, kâh alkışlar, kâh yalvarırlar. Ömer’in “kim haklı, kim haksız” diye düşünecek vakti olmaz. Eteğine yapışan insanlar için bir şeyler yapması gerektiğine inanır ve kılıcını kuşanıp yola çıkar.

Bu kararlı yürüyüş Hazret-i Nuaym’ın gözünden kaçmaz. Ömer’in maksadını anlar ve mani olabilmek için “Hayrola Ömer” diye laf atar, “böyle celalli celalli nereye?”

-Kardeşi kardeşe düşman edenleri öldürmeye! -Zor iş! -Kolay olsa, bana vermezlerdi herhalde.

-Eshabı, etrafında pervane gibi, ona yaklaşamazsın. Kaldı ki Abdülmuttaliboğulları bunu yanına koymaz. Kureyş ikiye bölünür ve kan davaları başlar. İnan Mekke bugünleri arar.

-Ne biçim konuşuyorsun ya Nuaym? Yoksa sen de mi onlardansın? -Sadece ben mi? Hakikati gören herkes. Kız kardeşin ve enişten bile. -Hattaboğulları dedelerinin dininden dönmezler?

-Sen öyle san. Zamanı gelmedi mi?

Bu haber ünlü silahşörü çok kızdırır. Hemen kız kardeşinin evine koşar. O sıra Fatıma ile kocası Said (radıyallahu anhüm) Taha suresini okumaktadırlar. Ömer kapı önünde durur. Bir süre bunları dinler ve aniden içeri girip Said’in yakasından tutar. Fatıma araya girmek ister ama kız kardeşinin yüzüne öyle müthiş bir tokat aşkeder ki sesi duvarlarda çınlar. Bu darbe değme yiğitleri susturacak kadar güçlüdür ancak o elif endamlı kızcağız fırlayıp karşısına çıkar. Gözlerinde ne korkudan eser vardır, ne de zerre kadar kin. Ağzından sızan kanı elinin tersine siler ve şefkat dolu bir sesle “Allah’tan utan ağabey” der, “n’olur ayetleri duy artık, mucizeleri gör ve hakikate gel!”

Ömer bir tuhaf olur. Utanç ile pişmanlık arasında gidip gelmeye başlar. Yüzü kor olur yanar, yüreğini bir sıcaklık basar. Bunu yapmayacaktır işte, gül yüzlü Fatıma’ya vurmayacaktır. Hay eli kırılsa da... Ama onu asıl şaşırtan kulağına çarpan ayetler olur. Evet kendisi de ediptir ama böylesini yazamaz. Peki o yazamazsa kim yazar?

Hiç kimse! Öyleyse...

Hazret-i Ömer’in annesi Hantame bint-i Hişam bir başka Ömer’in (Ebû Cehil’in) kızkardeşidir. İşte dayı yeğen bir köşeye oturup konuşurlarken Resulullah Efendimiz onları görür ve “Ya Rabbi, bu dini iki Ömer’den biriyle kuvvetlendir” diye dua ederler.

Ömer’in (radıyallahu anh) katılması ile müminler güç kazanır ve tekbirler getirerek Harem-i şerife giderler. En önde Hazret-i Ömer, ardında Hazret-i Ali birkaç adım gerilerinden Âlemlerin Efendisi, sağlarında Hazret-i Ebubekir, sollarında Hazreti Hamza...

Hazret-i Ömer’den “Muhammed’i öldürdüm” haberini bekleyen müşrikler, onu müminlerin arasında görünce donar kalırlar. Hele mübarek ortaya çıkıp da “Beni bilen bilir, bilmeyen öğrensin ki Hattaboğlu Ömer’im. Eğer anasını ağlatmak, karısını dul, çocuklarını yetim bırakmak isteyen varsa önümüze çıksın” diye haykırınca Amr bin Hişam’ın (Ebu Cehil) eli ayağı boşalır, büsbütün yıkılır. İşte tam o günlerde Enfâl suresinin 64’üncü ayet-i kerimesi nazil olur ki “Ey peygamberim. Allah ve müminlerden izinde gidenler sana yetişir!” buyurulmaktadır.

Medine’ye doğru...

Derken zor günler başlar. Kureyşli müşrikler müminleri tecrit eder, bedelini ödeseler dahi onlara bir avuç buğday, üç beş hurma vermezler. İnananlar ne ziraatla uğraşabilir, ne de ticaret yapabilirler. Evlerini, işlerini kaybeder, anlatılmaz sıkıntılar çekerler. Gençler dal gibi kurur, kadınlar yaprak gibi solar, bebeler açlıktan kıvranırlar. Hele fakirler ve köleler anlatılamayacak kadar perişandırlar. Zira hakim güçler hırslarını gariplerden alırlar. Hepsine katlanmak mümkündür, ama İslam’ı gönüllerince yaşayamamak var ya, işte ona dayanamazlar.

İnananların önünde tek yol kalır: Hicret!.. Emir de öyledir zaten.

Sahabe-i kiram gizli, saklı sahraya düşer, sessiz sedasız Münevver beldeye yürürler. Ama Ömer (Radıyallahu anh) yayını omuzuna asar, kılıcını beline takar, kalkanlar ve mızraklarla ortaya çıkar. Önce ‘Nurlu Kâbe’yi tavaf eder sonra göstere göstere koyulur yola. Ona mani olmak mı? Kim düşünebilir, hem kimin haddine?

Hazret-i Ömer putperestlerin korkulu rüyasıdır. Ama az, ama çok hepsi ondan korkar. Mesela Bedir Harbi öncesinde Benî Adiy kabilesi baskılara rağmen Kureyşlilere katılmaz. Sebebi sorulduğunda “Ömer’le karşı karşıya gelmek istemiyoruz” diye fısıldarlar “çünkü o ne yapar yapar, bunun hesabını sorar.” Hazret-i Ömer bütün muharebelere katılır ve malını mülkünü cihad yolunda harcar. Hayber’in fethinden sonra kendisine düşen araziyi “insanlığa” bağışlar ki açtığı çığır “vakıf Medeniyeti” olarak anılır.

Hazret-i Ömer, Efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) dar-ı bekâya irtihallerinden sonra Hazret-i Ebubekir’e biat eder aynı heyecanla hizmete koşar. Sahifeler halinde olan Kur’an-ı kerimi iki kapak altında toplar.

Halifelik makamında

Halife Ebûbekir ölümüne saatler kala Hazret-i Osman’a “Yaz!” buyururlar, “bu dünyadaki son, ahiretteki ilk günüm. Size vasiyetim olsun halife olarak Ömer’i düşünün!”

Hoş, müminler de öyle düşünür ve oybirliği ile Hazret-i Ömer’i halife seçerler. Hazret-i Ömer çıktığı ilk hutbede “Din-i İslamı Allah’ın kullarına duyurmak isteyenler nerede” der ve uzakları gösterir. Nitekim kısa bir süre sonra İslam devletinin sınırları Kafkasya’dan Yemen’e, Cezayir’den Türkistan’a uzanır. Ki onun zamanında tam 1036 şehre İslam sancağı dikilir ve yeryüzünde 4000 yeni cami yükselir.

İslâm Devleti Hicaz, Suriye, El Cezire, Basra, Kufe, Mısır, Filistin, İran, Horasan ve Kirman gibi eyalet merkezlerinden yönetilir. “Vilayet, kasaba, nahiye teşkilatları”nı kurar, emin idareciler atar. İlk defteri, ilk muhasebeyi, ilk divanı hizmete sokar. Yol asayişini ve gece emniyetini sağlar. Adalete çok önem verir, valilerini başlarına buyruk bırakmaz.

Müslümanlar ilk kıblemiz olan Kudüs’ü uzun bir süredir sıkıştırmaktadırlar. Tam dört ay süren kuşatma Kudüslülerin sinirlerini bozar. Evet, kutsal kentin savunması yorgundur ama şehri düşürmek kolay olmaz.

Kudüs önlerinde...

Müminler son darbenin hazırlıklarını yapadursunlar, ruhani lider “kenti direnmeden de teslim ederim” der, “ancak, halifeniz buraya buyururlarsa!” Hazret-i Ömer derhal yola çıkar. Yanında bir kırba ve bir torba vardır o kadar. Heybenin bir gözüne hurma doldurur, bir gözüne süveyk (bir nevi kuru ekmek) koyarlar. Ama develeri bir tanedir ve hizmetçisi ile ortaklaşa binerler. Kudüs’e yaklaştıkları demlerde sıra kölededir. Ahali bir anda deveyi kuşatır, üzerindekine iltifatlar yağdırmaya başlarlar.

- Hoş geldiniz ya Emir-el müminin. - Şehrimize şeref verdiniz.

Kölesi donar kalır. Yuları tutan hırkası yamalı zâtı gösterir ve zor duyulan bir sesle “Ömer o” diye mırıldanır. Evet, Ömer o olmalıdır. Zira dağları imrendiren heybet ve gönüllere su serpen tebessüm ondadır.

Yahudiler, Halifenin şehre girişi için muhteşem merasimler hazırlarlar. Ebu Ubeyde (Radıyallahu anh) nefis bir at ve ak kumaştan tiril tiril bir elbise ile gelir ve “lütfen bunları giyin” der, “hani devletimizin şerefi için!”

Hazret-i Ömer bu masum isteği ret edemez. Ancak cins attan bindiği gibi iner ve kaftanı savurup atar. Tekrar soluk harmanisine bürünürken “Kalbinde zerre kadar kibir olan cennete giremez!” hadisi şerifini nakleder, “şeref olarak imanımız yeter, n’olur ısrar etmeyin, Ömer helak olmasın” der...

İrfan Özfatura

 

 

YORUM YAZ




Son Eklenen Yazılar

Dünya'nın En Eski Ekmeği Çatalhöyük'te Bulundu

  Dünyada kentleşmenin olduğu ilk yerlerden Çatalhöyük'teki kazıda 8 bin 600 yıllık "ekmek" bulundu. Konya'nın Çumra ilçesinde yer alan, Neolitik ...

Unutulan Büyük Türk Hükümdarı Babürşah ve Panipat Savaşı

Tarihte, Türkler tarafından Türkistan’da Selçuklu, Timurlu; Anadolu’da Osmanlı Devletleri gibi, Hindistan’da da muhteşem “Babürlü” veya “Gürganiye” Devleti kuruldu....

1927 Tarihli Uzunköprülü Ali Efendi Çeşmesi'de Suyuna Kavuştu.

Bir vakıf medeniyeti olan ecdadımız bunun bir numunesi olarak hayır niyetiyle yaşadıkları mahalleye , şehre çeşmeler inşa etmişler. Bu çeşmeleri inşaa ederken de dü...