Youtube Video

Sosyoloji İlminin Kurucusu Tarihe Mantık Getiren İbni Haldun

Sosyoloji İlminin Kurucusu Tarihe Mantık Getiren İbni Haldun

Tarih:2018-01-20 / Hit:3876

Büyük İslâm tarihçisi, kıraat ve Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi, devlet adamı, sosyolog. İsmi, Abdurrahmân bin Muhammed Hadramî olup, künyesi Ebû Zeyd, lakabı Veliyyüddîn’dir. Aslen Yemen’in Hadramud şehrinden olduğu için Hadramî, ailesi Tunus’a hicret etmeden önce Endülüs’ün İşbiliyye şehrinde oturduklarından İşbilînisbet edildi. 1332 (H. 732) senesinde Tunus’da doğdu. İbn-i Haldun, çocukluğundan olgunluk yaşına gelinceye kadar, babası Muhammed Vabilî’nin nezâretinde yetişti. Ondan terbiye görüp, ilim öğrendi. İlk önce Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. O zamanın en meşhûr kıraat âlimi olan Şeyh Ebû Abdullah Muhammed bin Bezzâl-i Ensârî’den kırâat-i seb’ayı öğrendi. Arab dili ve edebiyatını babası ile Muhammed el-Arabî, Muhammed Şevvaş ve Ebû Abbâs Ahmed bin Kassar’dan öğrendi. Fıkıh ve hadîs ilmini Şemseddîn Ebî Abdullah Muhammed bin Câbir, Ebû Abdullah Muhammed bin Abdullah, Ebû Kasım Muhammed Kusayr’dan okudu. Bunlardan başka, zamanındaki meşhûr âlimlerin ilim meclislerine devam edip, bilgi edeb ve faziletlerinden istifâde etti. Her birinden icazetname (diploma) alarak, aklî ve naklî ilimlerde âlim oldu.

İbn-i Haldun, ilimde şöhret ve fazîlet sahibi olması sebebiyle, zamanın hükümdârlarınca takdîr edilip sevildi ve önemli vazifelere tâyin edildi. Yirmi yaşlarında Tunus hükümdarı Ebû İshak’a kâtip oldu.

Sohbetlerine hayran kalan, Fas hükümdarı Ebû İnan, 1349 senesinde Fas’a davet ederek, nişancılığa, her türlü yazışma, kânun ve nizâmların tanzim ve tasdîkine me’mûr etti ve onun yakın adamlarından oldu. Fakat, onun bu derece yükselmesini çekemeyenler, sultana çeşitli şikâyetlerde bulundular. Netîcede suçsuz olduğu hâlde 1360 senesinde hapse atılmasına sebeb oldular. Fas sultânının vefatına kadar hapiste kaldı. Sonra sultânın veziri onu hapisten çıkarıp eski görevine tâyin etti. Fas’ın idaresi Sultan Ebû Sâlim’in eline geçince ona önce nişancılık, sonra da zabtiye ve dâvalara bakma vazifesini verdi. Sultânın ölümünden sonra, vezir Ömer bin Abdullah hükümdar oldu. Bu vezirle aralarında soğukluk hâsıl olunca, İbn-i Haldun Fas’tan ayrılarak Endülüs’e gitti. Endülüs Sultânı Ebû Abdullah bin Ahmed, onu büyük bir alâkayla karşıladı ve bir müddet ilminden istifâde etti. Daha sonra Bicâye Sultânı Ebû Abdullah davet ederek, merasimle karşıladı ve memleketinin idaresini ona teslim etti. Bu sırada dağlarda yaşayan Berberî eşkıyaları isyan hâlinde idi. İbn-i Haldun bizzat eşkıyaların üzerine yürüdü. Bâzan yumuşaklık ve şefkatle bâzan da şiddetle muamelede bulunarak, âsîlerin hakkından geldi. Bicâye hükümetinin durumunu düzeltmek üzere iken Sultan Ebû Abdullah öldürüldü.

Tilemsan hükümdarı Ebû Hamun’un daveti ile 1371 senesinde Bicâye’de Biskrâ şehrine vardı. Burada da bâzı görevlerde, bulunduktan sonra, Benî Tucin ilinde, “Selâmeoğulları Kalesi” adıyla tanınan şehre gitti. Devlet me’mûriyetlerini bırakarak bir köşeye çekilip, ilim ve ibâdetle meşgul oldu. Bu kalede dört sene kaldı. Bu müddet içinde ilim alemince takdîr edilen mühim eseri Mukaddime’yi yazdı ve eserini 1378 senesinde Tunus sultânı Ebû Abbâs’a takdîm etti. Tunus sultânı, Mukaddime’de ortaya koyduğu usûller çerçevesinde, bir de târih kitabı yazmasını rica etti. Bundan sonra da umûmî tâ’rihi yazdı. Hacca gitmek maksadıyla Tunus’tan çıkıp Mısır’a gitti. Kâhire’de talebelerin ricasıyla Câmi-ul-Ezher’de ders okutmaya başladı. Kısa zamanda şöhreti yayıldı ve Ezher Medresesi’ne müderris (profesör) olarak tâyin edildi. 1384 senesinde de kadılığa tâyin edildi, iki sene kadar bu vazifede kaldı. Âdil kararları ile herkesin sevgisini kazandı. Büyük bir İslâm hukukçusu olarak tanındı. Kendisini çekemeyenlerin şikâyeti üzerine, sultânın huzurunda onlarla muhakemeye çıktı. Hasımlarının iddialarını kesin delillerle çürüttü. Bu hâdiseden sonra kadılığı bıraktı. Bir müddet daha ders okuttu. Tîmûr Hân Şam’ı alınca, onunla görüşüp hürmet ve ikramına kavuştu, ümrünün son senelerini Mısır’da geçiren İbn-i Haldun’a, Sultan Nâsıreddîn Ferec devrinde de hürmet ve saygı gösterildi. Sultan Salih’in türbesinin yanındaki medresede fıkıh ve hadîs dersleri okuttu ve defalarca Mâlikî kadılığında bulundu. Kadılığı esnasında, 1406 senesinde Kâhire’de vefat etti. Nasr kapısı dışında Sofiyye kabristanına defn edildi.

İbn-i Haldun, sosyoloji ilminin kurucusu olarak tanınmıştır. O, sosyoloji ilmine; İlm-i Tabiat-ı Ümran adını vermiştir. İnsanların cemiyetler hâlinde birbiriyle yardımlaşarak memleketlerini îmâr etmelerini ve yaşayışları için gereken geçinme vâsıtalarını, sebebleri ve âletleri hazırlamalarını umran kelimesiyle ifâde etmiştir. Kendinden önce sosyoloji ilmine temas edenlerden farklı olarak, bu ilmin, siyâset, ahlâk, hitabet ve başka ilim ve fen cümlesinden olmayıp kendi başına bir ilim olduğunu ortaya koymuştur.

İbn-i Haldun’un sosyoloji ilmi ile ilgili görüş ve düşünceleri meşhûr Mukaddime kitabındadır. Bu kitap, yazdığı târih kitabının önsözü mâhiyetinde olup, iki cild halindedir, İbn-i Haldun, târih ilminde belli metodlar bulunmasını ve târih yazarlarının bu metodlara uymasını açıklamak için yazdığı bu eserinde, milletlerin; aynı canlılar gibi doğup büyüdüğünü, çocukluk, gençlik ve olgunluk devrelerinden sonra ihtiyârlıyarak öldüklerini, târih sahnesinden silindiklerini belirtir. Ayrıca basitten başlayarak, birbirini tâkib edecek şekilde zirâat, ticâret ve nihayet sanayi taplumları hâline geldiklerini kabul eder ve geniş îzâhını yapar. Onun bu tasnifi, kendisinden asırlarca sonra gelen Avrupalı sosyologların tasniflerinden oldukça farklı ve daha mükemmel olup, İslâm devletlerinin târihî seyrine daha uygundur. İbn-i Haldun, milletlerin yükselmelerinin ve varlıklarının devamının, bir an önce şehirleşmelerine bağlı olduğunu öne sürer. Çoban ve zirâatçi olarak kalan toplulukların, ticâret ve sanayi ile uğraşanların kölesi gibi olacaklarını, ilimde, san’atta ve medeniyette yükselemiyeceklerini kuvvetli delillerle ortaya koyar. Bu bakımdan, varlıklarını sürdürmek istiyen milletlerin, bir an evvel ticâret ve sanayıleşmeye yönelmelerini tavsiye eder.

Târihe mantıkı getiren İbn-i Haldun, bu ilmi, hikâyecilikten kurtaran ve târihin kânunlarını araştıran ilk âlimdir. Târihe ilim vasfını o kazandırmış, Yunan tarihçilerinin te’sirinde tamamen uzak kalmıştır. Onun Yunanlılara göre daha geniş sosyal teoriler ortaya atabilmesinin bir sebebi de Akdeniz sahillerinin târihî zenginliklerine, mukadderatına hâkim bulunmasıyla, Türk ve İranlıların geçmişlerini öğrenmesidir.

İbn-i Haldun, târihin ana gayesini şöyle açıklamaktadır: “İnsanın, sosyal devletin yâni medeniyetin ve bunlarla ilgili âdetlerin değişmesi, aile ruhu, kabile, insanların birbirlerine göre durumları ve bunun sonucu olarak imparatorluklar ve hanedanların meydâna gelmesinin incelenmesi, târihin ana gayesidir. Bunların yanında insanların meşguliyetleri, işleri ve gayretleri, bilim, san’at ve cemiyetin karekterinde tabiatın meydana getirdiği değişikliklerde incelenir. Târihe yalanlar kolaylıkla sokulabilir. Bunların sebeblerinin incelenmesi de târihin gayelerinden biridir.”

Onun böyle bir târih anlayışına sâhib olmasında, hiç şüphesiz bir çok memleketi gezip görmesi, çeşitli vazifeler yap ması, gördüğü ve yaşadığı siyâsî hâdiseler, sultânlar ve idarecilerle irtibat hâlinde bulunması büyük rol oynamıştır. İbn-i Haldun yine, psikolojiyi târihe uygulayan ilk ilim adamıdır.

İbn-i Haldun’un manzume, risale, İbn-i Rüşd ve Fahreddîn Râzî’nih eserlerine yazdığı özetlerin yanında, matematik ve mantığa dâir eserleri de vardır. Fakat bunlar günümüze kadar gelmemiştir. Günümüze ulaşan tek eseri yedi ciltlik Kitâb-ul-iberdir. Bir târih kitabı olan bu eser, üç bölümden meydana gelmiştir. Birinci bölüm, Mukaddime’dir. İkinci bölümde, Arabların târihi yanında; Nebatlar, Suriye, Pers, vahudî, Kıpt, Yemen, Roma, Türk ve Franklılar târihi, üçüncü bölümde ise; Berberîlerin ve güney Afrika’daki müslüman hanedanların târihi anlatılmaktadır. Eser, inceleme ve araştırma yönünden emsalsizdir. Bütün Avrupa tarihçilerinin bir çok konularda müracaat ettikleri ana kaynaktır. Yedi cild hâlinde Mısır’da basılmıştır.

Bu târih kitabının girişi olan Mukaddime başlı başına meşhûr bir eserdir. Çeşitli yönleriyle insan cemiyetlerinin tarif ve açıklaması ile başlayan Mukaddime, altı bölümden ibarettir. Birinci bölümde; medeniyet, ikinci bölümde; göçebe ile şehirli kültürlerinin karşılaştırılmaları, zıtlıklardan ortaya çıkan çatışmaların sosyolojik târihî sebepleri ve sonuçları, üçüncü bölümde; hanedanlar, krallıklar, halîfeler, sultanların asalet sıralaması, idarenin temelleri, bâzı hıristiyan ve yahûdî olanlar da dâhil olmak üzere çeşitli mevzuların açıklanması, dördüncü bölümde; köy ve kasabalardaki hayâta dâir müşâhadeleri, beşinci bölümde; geçim araçları, mes’eleler, san’at ve ticâret, iş hayâtı, zirâat, dış ticâret, inşâat. Altıncı ve son bölümde ise, çeşitli bilimler, öğrenme ve öğretme, psikoloji ve bilimlerin sınıflandırılması anlatılmaktadır. Mukaddime, değişik konular ve bilgiler hakkında bir hazînedir, özellikle İbn-i Haldun’un kullandığı araçların antik ve ortaçağ batı tarihçi ve sosyolojistlerine çok farklı gelmesi, bu eseri onlara çok değerli kılmıştır. Bâzı batılı tarihçiler tarafından ortaçağın en önemli eseri olarak görülen bu kitap, târihî metodları açıklayan modern bire! kitabının bir benzeridir.

Mukaddime’nin ilk iki kısmı Şeyh-ül-İslâm Pîrîzâde, üçüncü kısmı da Cevdet Paşa tarafından; daha sonraki yıllarda ise, başka mütercimlerce tercüme edilerek yayınlanmıştır. Târihinin bir kısmını da Sabîhi Paşa tercüme etmiştir. Bu eserler, ayrıca Avrupa dillerine de çevrilmiştir.

İbn-i Haldun, Anadolu’da Kâtib Çelebi tarafından tanıtıldı. Nâimâ, Pîrîzâde Mehmed ve Ahmed Cevdet Paşa gibi Osmanlı tarihçilerinde İbn-i Haldun’un te’sirleri görüldü. Batı dünyâsı ise İbn-i Haldun’la on dokuzuncu asırda tanışabildi. İlk defa Hammer 1812 senesinde onun önemini anlamış ve onu “Arab Montesquie’sü” olarak isimlendirmiştir. Batı tarafından tanınması, islâm dünyâsında ününü bir kat daha arttırmıştır.

SALTANAT ALÂMETLERİ

İbn-i Haldun, meşhûr eseri Mukaddimesinde devlet ve cemiyetlerin kemâl ve zevallerinin sebeplerini şöyle ifâde etmektedir: “Güzel ahlâk ve güzel hasletler, devlet ve saltanat alâmetleridir. Kötü ahlâk ise, mülk ve devletin zevaline alâmettir. Bir cemiyette güzel ahlâka itibârın çokluğu, o kimselerin meydana getirdiği devletin güçlülüğü ile refah ve saadetin çokluğunu gösterir. Kötü ahlâka itibâr ise, devlet ve idarenin ortadan kalkacağına, mülk ve saltanatın o cemiyetin elinden çıkarak, başkalarına geçeceğine alâmettir.

İnsanların bir hayrı elde etmek veya bir kötülüğü gidermek için birbirlerine muhtaç olduklarını herkes bilir, insanlar bir arada yaşamak için yaratılmışlardır. Akıl sahibi olan insan, ruh ve bedenden meydana gelen bir varlıktır. Bu hususiyetleri sebebiyle insanın hayır ve iyiliklere rağbet edip, kötülüklerden sakınacağı aşikârdır. Lâkin insanı, kötülüklere ve bozuk işlere meylettirip, onlara düşkün hâle getiren şehevî ve gadabî kuvvetler de vardır. Bunlar nefsin kuvvetleridir, insan aklını kullanıp, tedbir ile kendisini doğru yola sevketmezse, nefsine yenilerek, sonunda şehevî ve gadabî kuvvetlere esir olur.”

YORUM YAZ




Son Eklenen Yazılar

Dünya'nın En Eski Ekmeği Çatalhöyük'te Bulundu

  Dünyada kentleşmenin olduğu ilk yerlerden Çatalhöyük'teki kazıda 8 bin 600 yıllık "ekmek" bulundu. Konya'nın Çumra ilçesinde yer alan, Neolitik ...

Unutulan Büyük Türk Hükümdarı Babürşah ve Panipat Savaşı

Tarihte, Türkler tarafından Türkistan’da Selçuklu, Timurlu; Anadolu’da Osmanlı Devletleri gibi, Hindistan’da da muhteşem “Babürlü” veya “Gürganiye” Devleti kuruldu....

1927 Tarihli Uzunköprülü Ali Efendi Çeşmesi'de Suyuna Kavuştu.

Bir vakıf medeniyeti olan ecdadımız bunun bir numunesi olarak hayır niyetiyle yaşadıkları mahalleye , şehre çeşmeler inşa etmişler. Bu çeşmeleri inşaa ederken de dü...