VİCDANI MUAZZAM OSMANLILAR - BUSBECQ’İN ANLATTIKLARI-1
Tarih:2019-06-25 / Hit:5634
19.nci asrın İngiliz, 18.nci asrın Fransız 17.nci asrın Felemenk (Hollanda) asrı olması gibi 16.ncı asır da tarihe Türk yüzyılı olarak geçmiştir. Karadeniz’i Türk gölü haline getiren Osmanlılar bu çağda, Adriyatik Denizi’nden Atlas Okyanusu ve Hint Limanlarına kadar en kudretli devresini yaşıyordu. Osmanlıların karşısındaki en büyük güç ise Mukaddes Roma Cermen İmparatorluğu ismiyle maruf Habsburg Avusturyası idi. Macaristan’ı ele geçiren Osmanlılar, tarihin o devresinde Avrupa’nın yarısına hakim olan Habsburglar ile hasım ve komşu haline geldi. İşte bugünki makalemizin neşet ettiği mektuplar Avusturya İmparatoru Ferdinand’ın, Kanuni Sultan Süleyman’a barış ümidiyle gönderdiği bir elçiye ait. 1555-60 tarihlerini kapsayan mektuplar Avusturya Elçisi Busbecq tarafından samimi bir üslup ile Avrupalı bir dostuna yazılmış.
Basın, gazete ve haberleşme imkanlarının kısıtlı olduğu, medeniyetler arası empati ve hoşgörünün neredeyse olmadığı dönemde, Busbecq’in kah hayran, kah alaycı, kah dehşet içinde aktardığı izlenimleri oldukça canlı.. 19.ncu yüzyıl öncesi Türk yaşantısına dair, elimizde fevkalade az sayıda hatırat vardır. Bunun bir sebebi Türk-İslam kültüründe kendinden bahsetmenin kibir ve büyüklük olarak addedilmesi, ikincisi ise sözlü kültürün oldukça güçlü olması olarak gösterilir. Aynı zamanda sıradan bir Türk’ün o günlerde, günlük hayata dair hatırat kaleme alması mantık dışı olması hasebiye, bu konuda memleketimizi gezen seyyah ve sefirlerin yorumları büyük bir kıymeti haiz. Öte yandan bu hatıraları okumanın handikapı, mektup yada hatıratın kaleme alan kişinin muhayyilesindeki ön yargıları, genellemeleri, akıcı bir anlatım için abartma isteğini, yanlış anlaşılmaları ve tercüme hatalarını barındırabileceğidir. Busbecq’in hatıralarından size aktaracaklarımızı askeri - idari anektodlar ve cemiyet hayatına dair izlenimler olmak üzere iki kısma ayırdık, şimdilik ilk kısmı neşrediyoruz. Nasip olursa devamını da bir sonraki yazıda ele alacağız.
Türk hududunda, Budin’e doğru
Seyahatine Viyana’dan başlayan Busbecq, Budapeşte, Belgrad ve Edirne tarikiyle İstanbul’a ulaşacak, buradan da İzmit, Ankara yoluyla Amasya’da Kanuni Sultan Süleyman’ın karşısına çıkacaktır. Busbecq, Avusturya hududundan çıkınca onu 3 Türk atlısı karşılar, az müddet sonra manzara değişir: “Başka refakat geleceğini sanmıyordum, halbuki daha alçaklara indiğimizde kendimi 150 kadar süvarinin arasında buldum. Parlak boyalı kalkanları, mızrakları, değerli taşlarla süslü palaları, rengarenk sorguçları, kar beyazı sarıkları pembe veya mavimsi yeşil kıyafetleri, muhteşem atları ve koşum takımlarıyla gözlerimin alışık olmadığı pek hoş bir manzara karşısında idim. Zabitleri yaklaşarak beni hürmetle selamladılar, sağ salim gelmiş olmamdan memnuniyet duyduklarını söyleyip yolculuğum iyi geçti mi diye sordular”
“…Sabah kahvaltıdan sonra Buda’ya gitmek üzere yola çıktım, Sancak beyi -vali- bütün maiyeti ve komutası altındaki süvariler bana refakat etti. Süvariler kasabanın kapısından çıkınca dört nala oraya buraya dağılarak yere bir top attılar. Atlarını son sürat koşturup topu mızraklarının ucuyla yakalamaya çalışıyor ve benzeri oyunlarla kendilerini eğlendiriyorlardı.” Elçi’nin heyecanla anlattığı bu oyun Türklerin geleneksel oyunu çevgandır. Osmanlı sarayında, 4.avlu ve Sultanahmet’teki Atmeydanı-Dikilitaş mevkileri bu oyunun oynandığı sahalar olarak bilinir. 19.ncu asra kadar Hindistan’a hükmetmiş Türklerden bu oyunu gören İngilizler, polo ismini vermiş ve günümüzde sahiplenmişlerdir. Keza Bizanslıların tzykanion ismiyle tıpkı polo cinsi bir oyuna düşkün oldukları ve bunun için Sultanahmet’teki Bizans sarayında Tzykanisterion ismiyle bir polo sahası varlığı bilinmektedir.
Yeniçeri’nin Vekarı, mütevazı Türkler
Busbecq, Sultanın elit askerleri Yeniçerilerden şöyle bahseder: “...Yeniçeri muhafızlar savaş dışında, acizlerin ve halkın korunması için bütün şehir, köy ve kasabalarda dağılmıştır. Ayak bileklerine kadar inen bir kaftan, başlarına da bir harmaniye kolundan serpuş giyerler. Bunun bir ucu başa geçer bir ucu da arkaya sarkarak enseyi örter. Yeniçeriler ziyaretime ikişer ikişer gelirlerdi. Yemek odama alındıkları zaman beni saygıyla selamlıyor, adeta koşar adımlarla yaklaşıp elbisemin eteğini veya elimi öper gibi tutarak bir demet sümbül veya nergis takdim ettikten sonra bana sırtlarını dönmemeye dikkat ederek aynı hızla kapıya gidiyorlardı. Sırtını dönmek onlara göre saygısızlık addolunuyor. Kapıda ellerini göğüslerinin üstüne kavuşturarak gözleri yerde, sessiz ve hürmetkar dururlar. Onları askerden çok keşiş sanabilirdiniz. Bahşiş alınca, başlarını saygıyla eğip yüksek sesle teşekkür ederek hayır duaları ve iyi dileklerle ayrılıyorlardı.”
“ Buda şehrini teferruatlı anlatmak uzun bir iş olur. Türklerin bir özelliği de binalarda ihtişamdan kaçınmaları. Aldıkları maaşı günlük ihtiyaçlarına harcayan Türkler, atlarını barındıracak, yataklarını serecek kuru bir damın altına girdikten sonra yüksek katlı binalar inşa etmekle ilgilenmezler. Bu gibi şeylere önem vermeyi kendini beğenmişlik, gurur ve gösteriş addediyorlar- bunlar adeta insanın bu dünyada ebediyen var olmadığına işaret edermiş gibi. Evlerine, bir yolcunun hana baktığı gözle bakıyorlar. Onları hırsızlardan, sıcak, soğuk ve yağmurdan koruyorsa başka bir lüks aramazlar. İşte bu sebeple Türk diyarında zenginlerin bile bizdeki zarif evlerine rastlamak zordur.”
Çakallar, Sultanın Muazzam Karargahı
İstanbul’a ulaştıktan bir müddet sonra elçi, Sultan Süleyman’ın o esnada bulunduğu Amasya’ya doğru yola çıkar. “ ... Keşiş Dağı (Uludağ) sırtını aşarak Nicea’ya (İznik) doğru yol aldık. Bruaya hava karardıktan sonra varabildik. Uzaklarda kahkahalar atarak gülen insan seslerine benzer gürültüler duyunca bunların ne olduğunu sordum. Duyduğum seslerin Türklerin ‘çakal’ dedikleri hayvanın ulumaları olduğunu söylediler. Bunlar kurtların küçük bir cinsi ama tilkiden büyük. Kurtlar kadar aç gözlü ve doymak nedir bilmezler. Kalabalık dolaşırlar fakat insan sürülerine zarar vermiyorlar. Yiyeceklerini vahşi yollarla değil, kurnazlık ve hırsızlıkla temin ederler. İşte bu vasıflarından dolayı dolandırıcılarla hilebazlara Türkler ‘çakal’ demeyi adet edinmişler.”
“ Sultanın karargahı çok kalabalıktı. Hizmetkarlar ve yüksek mevki sahibi kimselerle doluydu. Bütün hassa süvarileri, sipahiler, garibler, ulufeliler ve çok sayıda yeniçeri karargahtaydı. Bu muazzam kalabalığın içinde tek kişi yoktu ki itibarını kendi şahsi cesaretinden, meziyetlerinden başka bir şeye borçlu olsun, doğduğu aileden dolayı diğerlerinden farklı kılınsın. Kişiye, verdiği hizmetlere ve yüklendiği vazifeye göre saygı gösterdiği hizmetlere ve vazifeye göre saygı gösteriliyor. Bu nedenle üstünlük mücadelesi de yok. Herkesin yaptığı işe uygun olarak tayin edildiği bir makamı var. Sultan vazifeleri ve görülecek vazifeleri bizzat kendisi dağıtıyor. Bunu yaparken o kimsenin servetini ve rütbesini önemsemiyor, namzet olanın şöhretini ve nüfuzunu düşünmüyor. Sadece meziyetlerini göz önüne alıyor, kabiliyetini, karakterini ve mizacını tetkik ediyor. İşte böylece herkes layık olduğunun karşılığını görüyor ve makamlar da işlerin üstesinden gelebilecek kimselerle doluyor.
Türk imparatorluğunda her insanın içine doğduğu şartları değiştirme ve kaderini tayin etme imkanı vardır. Sultanın altındaki en yüksek mevkilere sahip kimseler genelde sığırtmaçların oğullarıdır. Böyle doğmuş olmaktan utanç duymak şöyle dursun, bununla övünürler. Meziyetlerinin doğum veya miras yoluyla soydan geçtiğini kabul etmezler. Onlara göre meziyetler kısmen Allah’ın bir lütfu kısmen de aldıkları talim ve terbiyenin, gösterdikleri çabanın ve hissettikleri şevkin ürünüdür. Dolayısıyla Türkler arasında itibar, hizmet ve idari mevkiler kabiliyet ve faziletin mükafatı oluyor. Kişi tembel ve sahtekar ise hiçbir zaman yükselemiyor, küçümsenip hakir görülüyor. İşte Türkler bu sebeple neye teşebbüs etseler başarılı oluyorlar ve hükmeden bir ırk olarak hakimiyetlerini, hudutlarını her gün genişletiyorlar.”
Yenilmez Osmanlı’nın Sırrı
Tüm mektuplar içinde belki en çarpıcı olan ise elçinin büyük bir objektiflikle en büyük hasım olan Osmanlılar ile kendi devletini kıyasladığı şu satırlardır: “ Türklerin düzenini bizimkiyle kıyasladığımda geleceğin başımıza getireceklerini düşünüyor ve ürküyorum. Onlarda güçlü bir imparatorluğun bütün kaynakları, yıpratılmamış bir güç, dövüşte ustalık ve tecrübe, savaş görmüş askerler, zafere alışkanlık, zorluklara tahammül, beraberlik, düzen, disiplin, kanaatkarlık ve tedbir var. Yoksulluk, kişisel israf, zayıf bir güç, maneviyat bozukluğu, tahammülsüzlük, eğitimsizlik ise bizde. Asker itaatsiz. Subaylar para canlısı. Disiplin küçümseniyor. Başıbozukuk, umursamazlık, ayyaşlık, ve ahlaksızlık yaygın. En kötüsü de şu: düşman zafere alışkın, biz yenilgiye. Sonucun ne olacağından şüphe edebilir miyiz? Lehimize olan tek husus İran’dır. Türkler saldırmak için acele ederken ardındaki bu tehlikeyi gözetmek durumundadır. Türkler İran konusunu hallettikten sonra, Doğu’nun var gücüyle boğazımıza sarılacaktır. Ne kadar hazırlıksız olduğumuzu söylemeye cesaret edemiyorum.”
Türk Ordugahı’nda Hijyen - Huzur - Asayiş
Busbecq, Asya içlerine ilerleyecek Osmanlı ordusunu görmesi için vezir Rüstem tarafından ordugaha davet edilir. Karşılaştığı manzarayı aşağıdaki satırılarla anlatır: “Türkler ordugahlarında görünmemi ve dost bir hükümdarın temsilcisi sıafatıyla bana iltifatta bulunmayı kendi menfaatlerine uygun görmüşler. Ordugaha yakın bir köyde bana kalacağım bir yer tahsis ettiler, ben de rahatça yerleştim. Türkler buraya yakın düzlüklerde kurdukları çadırlarda kalıyorlardı. Bu suretle üç ay boyunca onların ordugahını ziyaret etmek ve disiplin düzenlerini tanımak fırsatı buldum. Size bu konuyla ilgili teferruattan söz etmediğim takdirde şikayetinize maruz kalacağımı biliyorum. O yöredeki hristiyanların giydiği bir elbiseyi sırtıma geçirip kim olduğum anlaşılmadan bir iki refakatçiyle her yeri dolaşıyordum.
Öncelikle dikkatimi çeken şey askerin kendi birliğine ait mıntıkanın dışına çıkmamasıydı. Bizim ordugahların durumunu bilen bir kişi buna inanmata zorluk çeker. Gerçek olan şu ki her tarafa tam bir sesizlik ve huzur hakimdi. Ne bir münakaşaya ve zorbalığa rastlamak mümkündü, ne de içkinin sebep olduğu taşkınlığa, bağırış çağırış ve sarhoşluğa. Ayrıca her yer tertemizdi. Etrafta gübre yığınları ve çöp görmeniz, insanın gözünü ve burnunu rahatsız edecek bir şeyle karşılaşmanız söz konusu değil. Türkler bu gibi pislikleri ya gömüyorlar ya da göz önünden kaldırıyorlar. Asker kendi pisliğini çapasıyla toprakta açtığı bir çukura gömüyor. Bütün ordugahı böylece tertemiz tutuyor. İçki içilip coşulduğu ve kumar oynandığını göremezsiniz. Bunlar bizim askerlerimize ait kötü alışkanlıklardır. Türkler kağıt ve zar oyunlarının sebep olduğu zararı bilmezler.”